yiyorum, öyleyse varım!
yemek ile ilişkimi felsefe, tarih ve psikoloji üzerinden anlatmaya çalıştım. evet, tuhaf biliyorum.
Merhaba,
“Öğrendiklerim” başlıklı bültenin üçüncü sayısında tekrar buluştuğumuza çok sevindim. Bu bülteni, gündelik hayatın içinde gözden kaçan ama zihnimizde ve ruhumuzda yankı bırakan o küçük kırıntılara yer açmak için hazırlıyorum. Felsefeyi ve psikolojiyi harmanlayarak; bazen bir dizi sahnesinden, bazen kendi deneyimimden, bazen de sadece içimizde kıpırdayan bir duygudan yola çıkıyorum.
Bu sayı, yemek ile olan ilişkimi ele alıyor. Biraz varoluşçulukla, biraz tarihle, biraz da psikoloji ile örülen bir yazı olacak bu. Ama en çok; kimliğim ile örülen. Hazırsan başlayalım!
Yemek, yemek, yemek… Hamburger, patates, pizza, makarna, suşi, kelle paça… Hepsine dair ayrı ayrı büyük bir sevgi besliyorum. Hani, midemin artık “sen sevme, böyle sevmek olmaz olsun!” diyeceği türden. Arabeskvari yani. Müslüm Gürses’in eşine duyduğu o iğrenç öfkeli ve saplantılı sevgi gibi. Oysa Shakespeare gibi; başka türlü sevmek de mümkün. Hayır, burada sevgiliden değil yemeklerden bahsediyorum. Çok doğru anladınız.
Aynı Evde Ölenler yazımda Osmanlı Tarihinden bir örnek vermiştim. O yazı, kadın olmaya dair eleştirel bir yönden bakmıştı koskoca imparatorluğa. Şimdi ise biraz öveceğiz. Çünkü; yemeklerden bahsedilen bir metinde Osmanlı’yı övmemek -haşâ!- hadsizlik olacaktır.
Osmanlı’da “helva sohbetleri” denen bir gelenek var imiş. II. Selim döneminde başlayan bu gelenek; helva eşliğinde tasavvuf, felsefe ve bilim gibi konuların konuşulduğu bir etkinliğe ev sahipliği yaparmış. Günümüzde ise helva; anca gözyaşlarımıza ev sahipliği yapan konulara eşlik ediyor. Üstelik ben helvayı hiç sevmem; o dönemde kadınlar da bu sohbete dahil edilse pek bir cahil kalırmışım doğrusu.
Bugün dolup taşan kafelere bakınca, masalarda dönen sohbetlerin çoğunda felsefeye ya da bilime pek yer kalmadığını görmek zor değil. Çünkü günümüzün gündemi ağır; geçim derdi, politik karmaşa… Sohbetler de ister istemez derinlikten çok rahatlamaya, dertleşmeye evriliyor. Helva ise artık her köşe başında satılan çiğ köfteler gibi; pek ucuz, pek bayağı bir yiyeceğe dönüştü. II. Selim yaşıyor olsaydı bu etkinliği şu an suşi ile yapabilirdi. Çubuklar ile suşi yeme derdinden anlatacaklarımı unuturdum o ayrı. Aa unuttum ben kadınım, katılamazdım ki. Bugün yine bir derdim eksildi çok şükür!
Neyse ki erkekler, sizleri unutmadım. Size bahsetmek istediğim çok mühim bir konu var. Osmanlı ordusunda pilav o kadar önemliymiş ki, askerler arasındaki rütbe farkı, pilavla belirlenirmiş. Yeniçeri ocağında bölük başı 3 kaşık, onbaşı 2 kaşık, er 1 kaşık pilav alırmış. "Pilavdan düşen, rütbeden düşer!" denirmiş. Yine iyisiniz, çok şükür artık böyle adetler yok. Pek beğenmeseniz de yeşil mercimek, nam-ı diğer kara şimşek sağlığa pek faydalı!
Pilav demişken; tavuk-pilav da hâlâ sofralarımızın ve hayatımızın önemli eşlikçisi. Cenazelerde, düğünlerde, toplumsal bir araya gelişlerde… Yani bizim kültürümüzde bu yemek ya neşeye ya da yasa hizmet eder. Arası yok gibi. Tıpkı duygularımız gibi: ya çok yoğun, ya fazlasıyla bastırılmış.
Duygulardan konu açılır da, ben psikolojiye bir selam durmaz mıyım? Duygular özellikle bizim kültürümüzün çok temel parçalarından biri. En çok da var olma biçimimizi etkiliyor. Kimliğimizi, yaşantımızı, zihnimizi… Varoluşçu terapide bireyin varoluşu, “dünyada olmak” kavramı üzerinden anlaşılır — tıpkı Heidegger’in Dasein kavramında olduğu gibi. Bu bağlamda mekân, yalnızca içinde bulunulan fiziksel bir yer değildir; aynı zamanda bireyin dünyada kendini nasıl konumladığını, yaşamla kurduğu bağı ve kimliğini nasıl deneyimlediğini de yansıtır. Yani mekân hepimiz için önemlidir. Her insan için. Çünkü mekân, bireyin kendilik algısının, ilişkilerinin ve yaşama dair bağlarının izlerini taşır.
Haydi şimdi benim mekân deneyimime bakalım birlikte. Böylece ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Ben Türkiye’de doğdum, Türkiye’de büyüdüm. Bu toprakların kokusunu, mutfağını, ritmini içime çeke çeke var oldum. Çocukluğum; sıcak ekmeğin içine bastırılmış beyaz peynirle, yaz akşamlarında kapı önünde yenen karpuzla, babaannemin sesi eşliğinde kaynayan mercimek çorbasıyla geçti. Yani benim var olduğum en önemli yerlerden biri mutfaktı. O mutfak, sadece yemek pişen bir yer değildi; dünyadaki yerimi öğrendiğim ilk mekânlardan biriydi. Karnım kadar kimliğim de orada doydu.
Yemek, bir çocuk için sadece beslenmek değildir. Bir sofra etrafında toplanan insanlar, bir tarifin içindeki kuşaktan kuşağa aktarılan eller, bir tencerenin kenarındaki zaman lekeleri… Bütün bunlar, bana “nereden geldiğimi” fısıldayan şeylerdi. Üstelik varoluşumun ilk dili de yemekti. Anne karnında ben kendimi bilmezken dahi, besinler beni biliyordu. Ta o zamanlardan beridir yemek, bana mekânın sadece fiziksel değil, duygusal, kültürel ve hatta tarihsel bir genişliğe sahip olduğunu öğretti.
Ama sonra bir kırılma yaşadım tabii.
Herkesin lise dediği, benim ise ‘‘büyümeye çalışan çocuklar için toplama kampı’’ dediğim yere başladım. Orada herkes hamburger denen bir şeyi yiyordu. Ben ise hâlâ tarhana çorbası içiyordum. Onlar tarhanaya yabancıymış gibi davranıyorlardı; ben ise gerçekten hamburgere yabancıydım. Babaannemin, artık kararmış eski alüminyum tenceresinde bol yağla kızarttığı patateslerden başka bir patates çeşidi tanımıyordum.
Lise yıllarında, başka bir mekâna, başka bir düzene adım attım. Kantin kuyruklarında hamburgerler vardı, patates kızartmaları kutularda servis ediliyordu. Herkes bunu yiyordu. Ve ben, elimde babaannemin yaptığı poğaçayla birden kendi mekânıma yabancılaştım. Onların yediği şeye değil, kendime yabancılaştım. Çünkü mekân, sadece nerede olduğun değil, kimlerle olduğun ve o yerde nasıl hissettiğindir. Ve ben, o kalabalığın ortasında kendi yerimi bulamamıştım.
Hamburgeri ilk denediğim anı hiç unutmam. Arkadaşlarımla birlikte ünlü bir hamburger zincirine gitmiştik. Annemden ve babamdan zar zor izin almıştım. Resmen tutturdum, "Gideceğim!" diye. Uzun süren bir ikna süreci, peşi sıra gelen nasihatler ve tembihlerin ardından sonunda izni kaptım. O gün sadece ilk kez hamburger yememiştim; aynı zamanda arkadaşlarımla ilk kez dışarı çıkmanın heyecanını da yaşamıştım. Kalbim ve midem o kadar karışıktı ki, hangisinin ne hissettiği belli değildi. Sanki biri ötekine “Sen sus, şimdi benim sıram!” diyor, öteki ise “Hayır, önce ben!” diye karşılık veriyordu. Ben ise içimden haykırıyordum: “İkiniz de susun artık, bu kez benim sıram!”
O ilk lokma sadece damağımda değil, kimliğimde de bir iz bıraktı. Geçmişle geleceğin arasında bir eşikti sanki. Bir yanım hâlâ babaannemin tenceresinde kızaran patateste kalmak istiyordu, diğer yanım “artık buradasın” diyordu. Yeni bir mekânda, yeni bir ben doğuyordu.
Varoluşçu terapi bize der ki: İnsan, sadece bir yere ait olmakla yetinmez, o yerde nasıl hissettiğini de sorgular. İşte bu yüzden, yemekle olan ilişkim, sadece damak zevkime dair değil; kendi iç dünyama, köklerime, kültüre ve dönüşüme dair bir anlatıydı.
Bugün hâlâ bazen tarhana çorbasını içerken o lise günlerini hatırlıyorum. Bazen de bir hamburger ısırığında kendi geçmişimle yeniden karşılaşıyorum. Çünkü mekân, bizim dışımızda değil; içimizdedir de. Her lokmada biraz çocukluğum, biraz utancım, biraz büyümem gizli. Bu yüzden yemek ile olan ilişkim hiçbir zaman tam olamayacak belki de. Hamburger yerken, tarhana çorbasına ihanet etmiş gibi hissedeceğim; duygusal ataklar yaşarken hamburger yemek isteyeceğim… Kim bilir? Belki bir gün ikisini birlikte yerim.
Bu ikilik aslında sadece benim soframa ait değil. Varoluşçu terapinin öncülerinden Irvin D. Yalom’un da sıklıkla vurguladığı gibi, insan hayatı çelişkilerle doludur ve olgunlaşmak bu çelişkilerle yaşayabilme kapasitemizle mümkündür. Köklerimize sadık kalmak ile değişen dünyaya uyum sağlamak arasında sıkışırız çoğu zaman. Ne tam olarak geçmişte kalabiliriz, ne de ondan tümüyle kopabiliriz. Mekân da bu içsel çatışmanın dışavurumudur: Bir yanda babaannemin mutfağındaki tarhana çorbası, öte yanda kalabalık bir zincir restoranda yenen hamburger. İkisi de benimdir, ama hiçbiri bütünüyle beni tanımlamaz.
Rollo May'in söylediği gibi, "varoluş, bir hemencecik değil, bir süreçtir."
Ben de bu sürecin içindeyim. Her lokmada biraz hatırlıyor, biraz yeniden doğuyorum. Mekân artık yalnızca bir yer değil; anlamlarımın, bağlarımın, kararlarımın izi. Belki bir gün, bir sofrada tarhana çorbasını hamburgerle birlikte yiyebilirim. Ve o gün, sadece iki farklı yemeği değil; geçmişimle bugünümü, çocukluğumla yetişkinliğimi, içimdeki parçalanmış benlikleri de aynı tabakta buluşturmuş olurum.
Bu bülten, birlikte düşünmenin, hissetmenin ve bazen sadece durup bakmanın bir yolu. Eğer bu yazı sende bir şeylere dokunduysa ve bu yolculukta benimle kalmak istersen, abone olabilirsin. Yeni yazılar sessizce kapını çalar.
Benim için de pişi "anneannem" demektir mesela, biz çocukken yaz tatillerinde yanlarına gittiğimizde neredeyse her gün fırından ekmek hamurları alınır, pişiler kızartılır, cümbür cemaat güle oynaya kahvaltı yapardık. Pişinin yanında da mutlaka çok lezzetli bir beyaz peynir ve tabii ki buz gibi soğutulmuş karpuz dilimleri..
"O ilk lokma sadece damağımda değil, kimliğimde de bir iz bıraktı. Geçmişle geleceğin arasında bir eşikti sanki. Bir yanım hâlâ babaannemin tenceresinde kızaran patateste kalmak istiyordu, diğer yanım “artık buradasın” diyordu. Yeni bir mekânda, yeni bir ben doğuyordu."
Büyümeye dair ne güzel bir metafor! Tebrikler 🙏