Birey olmak nedir?
Eli, kolu, gözü, yüzü ve aklı olan bir canlı olmak mı?
Yoksa birden fazla insanın — çoğu zaman aile dediğimiz o en yakınların — farklı yönlerinden alınmış parçaların bir araya gelmesi mi?
Kendimi düşündükçe, tam olarak bana ait olmayan şeylerle örüldüğümü fark ediyorum. Alışkanlıklarım başkasından, korkularım onlardan miras. Ve yine de, benden büsbütün “ben” olmam bekleniyor.
İnsanlar, bana ait olmayan bir yapının içinde, bana ait olması gereken bir sabrı talep ediyor. Tahayyül edemediğim şeylere tahammül etmemi istiyorlar. Ama ben onların parçalarından yapılmadım mı? O hâlde, tahammüllerini de miras bırakmaları gerekmiyor muydu?
Belki de çok önce, ben doğmadan, kendi sınırlarını genişletmiş olmaları gerekirdi.
Şimdi, bana bıraktıklarıyla yetinip, yine de güçlü olmamı istememelilerdi. Bilmiyorum.
Ya da artık, bilmek istemiyorum.
Sınırlarım ihlal edildiğinde, kendimi İkinci Dünya Savaşı’ndaki ülkelerden biri gibi hissediyorum. Haklı ya da haksız olmam fark etmiyor. Görüyorum: Sınırlarım yok sayılıyor. Ve o noktadan sonra tüm savunma sistemim, topyekûn bir öfkeyle harekete geçiyor. Bu öfke, ne bana, ne başkasına, ne de bu evrene iyi geliyor. Bunun da farkındayım. Ama ne yazık ki, farkında olmak her zaman yetmiyor. Görmek ve bilmek, dönüşümün kati garantisi değil.
Tarih boyunca sınırlar, dünyanın düzeni için vazgeçilmez sayıldı. Uğruna savaşlar verildi, haritalar değişti, hayatlar yıkıldı. Çünkü sınır, sadece bir çizgi değil; bir varoluş alanıydı.
Peki o hâlde, bir bireyin kendi yaşam kulvarı içinde emekle ördüğü sınırları, bir başkası nasıl olur da — sırf kendi doğrularına uymuyor diye — yok etmek isteyebilir?
Bu da bir çeşit savaş değil midir? Üstelik daha sessiz, daha görünmez. Sırtından vurmak, denilen cinsten. Dostun dostuna yapamayacağı. Ancak, düşmanından aldığın o darbe.
İyiliğimiz. İyiliğin. İyi.
İyiliğin bir avutma şekline dönüşmesi artık midemi bulandırıyor.
Bir başkası bizim iyiliğimizi düşünüyor diye, ona el pençe divan durmak zorunda değiliz. Çünkü o iyiliği biz istemedik. O, içinden geldiği için yaptı. Ve bir iyiliğin içten gelmiş olması, onu karşılıksız hâle getirmeli değil mi? Ama nedense, bizim toplumumuzda iyilik, bir tür sessiz borç senedine dönüşüyor. Karşılığında öyle büyük bir minnet bekleniyor ki, neredeyse iyiliği yapanın ayaklarına kapanmamız isteniyor.
Bu bir beklenti değil, bir talimat gibi yaşatılıyor.
Oysa gerçek iyilik, karşılıksız olan değil midir? Talep edilmeden yapılan bir şeyin, karşılık beklemesi kadar ikiyüzlü ne olabilir? Üstelik, o iyilik bana iyi gelmiyorsa; iyilik de değildir. Safi kötülüktür. Bir başkasının doğrusunu kamburumuz gibi taşımaktan başka bir şey veremez bize.
Tarih boyunca, bizim toplumumuzda bireyin sınırlarına saygı göstermek neredeyse bir lüks olmuştur. Osmanlı’dan bugüne, kadınların mahremiyeti ailelerin ve toplumun denetiminde tutulmuş; bekâret, kıyafet, davranış gibi konular bireysel sınır değil, toplumsal kontrol nesnesi hâline gelmiştir. Bu da bize gösteriyor ki, iyilik, koruma ya da düzen adı altında yapılan her müdahale, aslında bir sınır ihlalidir. Ve o ihlal, iyilik kılığında gelen bir kötülüğe dönüşür.
Evin içinde de yaşanır bu ihlal. Özellikle iş bulamayan kadınlar, ekonomik özgürlükten mahrum bırakıldıkları için, birey olma haklarını da kaybederler bu topraklarda. Nice kadın, sadece para kazanamadığı için çocuk yerine kondu, yönlendirildi, susturuldu. Ya da “koca” bulamadığı için...
Koca. Ne büyük bir şey gibi sunulur! Eğer bir işin ya da bir “kocan” yoksa, aile senin bütün sınırlarını aşabileceğini düşünür. Giydiğin, düşündüğün, çıktığın saat, oturduğun sandalye bile onların denetimine açılır. Çünkü; onlara göre özgürlük, ya parada saklıdır... Ya da bir kromozom farkında.
Kamburuyuz işte. Kendimiz olamamanın. Birey, olmaya çalışırken; öfke ile dolduğumuz o anların, kamburuyuz. Ezildiğimiz her bir cümle içimizde bir yumru gibi yaşamaya devam eder. Bu yumru gittikçe büyür ve taşar, sığamaz. Sığamadıkça bedenimizde yer edinmeye çalışır. Bulduğu ilk yere sığınır. Biz de onu taşımak istemeyiz ancak, ondan başka kimsemiz de yoktur.
Birçok kişinin sesi olmuşsunuz. Gerçekleri insanların yüzüne vurunca hemen sizi yadırgarlar ama aslında normal olan o'dur. Aslında ülkemizin gelişememesi de bu yüzden bence herkes kendi sözünü geçiriyor ve ataerkil bir toplum bunun dışına çıksak her şey daha çekilebilir olur.
Pek çok kimse cesaret edemediği için, cesaret edenleri görünce anında tepki gösteriyor… sistemin dışına “sen de “ çıkma deniyor :) ve fikirlerini sormadığımız halde tam listeyle olabilecekleri sıralıyorlar.
Çok güzel yazmışsınız, emeğinize sağlık ✨