Merhaba,
“Öğrendiklerim” başlıklı bültenin beşinci sayısında tekrar buluştuğumuza çok sevindim.
Bu bülteni, gündelik hayatın içinde kulağımıza fısıldanan ama çoğu zaman sessizce geçip giden o içsel sorulara alan açmak için hazırlıyorum. Felsefe ve psikolojiyi harmanlayarak; bazen bir kitap satırından, bazen kendi iç sesimden, bazen de sadece durup düşündüğüm bir sabahın sessizliğinden yola çıkıyorum.
Bu sayı, biraz kırılganlık, biraz güç, biraz da kültürle harmanlanmış bir konuya odaklanıyor: özşefkat.
Kendimize nasıl davrandığımızı, içimizdeki sesin bize nasıl konuştuğunu ve bu sesi nasıl dönüştürebileceğimizi birlikte anlamaya çalışacağız.
Hem varoluşçu psikolojiden, hem kendi deneyimlerimden, hem de içinde yaşadığımız kültürün bize fısıldadığı sözlerden destek alacağım.
Hazırsan başlayalım!
Yaşadığım zorluğu anlayarak, ona şefkatle bakabilir miyim?
Kendime bir gün böyle bir soru sordum ve bu soru, beni öz şefkat ile tanıştırdı.
Özşefkat, zor zamanlar geçirdiğimizde kendimize bir düşman değil, bir dost gibi davranmayı öğrenmektir. Düşünsenize, çok sevdiğiniz bir arkadaşınız işleri yüzüne gözüne bulaştırmış, kendini yetersiz hissediyor ya da hayatta ciddi bir kırılma yaşamış… Ona nasıl davranırsınız? Kalbinizle, şefkatle, sarılarak değil mi? Peki kendinize nasıl yaklaşırdınız? Yaşadığımız kültür kendine nasıl yaklaşır?
Evet, biz merhamet toplumuyuz. Kıyamamak, paylaşmak, acıyı bölüşmek bizde doğaldır. Anadolu’da komşunun derdi evin derdidir, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı” vardır, cenazeye omuz vermek, düğünde halaya durmak kadar ortak bir insanlık görevimizdir. Ama bu merhamet geleneğimiz çoğu zaman yalnızca başkasına yöneliktir. Kendimize dönünce işler değişir.
Bunun önemli sebeplerinden biri, içinde yetiştiğimiz ataerkil kültür yapısıdır.
Türk toplum yapısı, yüzyıllardır dayanıklılığı, fedakârlığı ve duygularını bastırmayı erdem sayar. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte hem bireysel hem toplumsal roller “güçlü olmak”, “söz dinlemek” ve “ayıp–günah–yasak” üçgeni etrafında şekillenmiştir. Erkek çocuklar “ağlamaz” diye büyütülürken, kız çocuklar “dişini sık”, “ayıp olur” sözleriyle susmayı öğrenmiştir. Kadınlar sabretmeye, erkekler savaşmaya kodlanmıştır. Duygular ya bastırılır ya da yok sayılır. Kendine acımak, zayıflık sayılır. Oysa bu bastırılan duygular, zamanla içimize bir yük gibi çöker. Ve içimizdeki o sert, yargılayıcı ses işte burada doğar.
Özşefkat ise bu döngüyü kırmanın yoludur.
Mesela tarihsel olarak bakarsak, Mevlânâ'nın öğretileriyle şekillenen Anadolu irfanı hep bir iç barıştan bahseder. “Kendini bil” der. Yunus Emre şöyle seslenir:
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.”
Bu “kendin bilme” hali, aslında özşefkatin ta kendisidir. Çünkü kendini bilmeden kendini sevmek de mümkün değildir. Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri” sözü, kişinin içsel dostluğunu, iç yolculuğunu hatırlatır.
Ama ne yazık ki zamanla bu tasavvufi bakış açısı, ataerkil yorumlarla birleşip dönüşmüştür. İç barışı aramak yerine susmak, tahammül etmek, kendini unutmak meziyet sayılmıştır. Özellikle kadınlar için…
Bugün hâlâ birçok kadın, “önce çocuklar”, “önce eşim”, “önce işim” derken kendi acılarını yok saymayı bir sorumluluk sanıyor. Oysa özşefkat tam tersini söyler:
“Sen de varsın. Senin de duyguların, yorgunlukların, düşlerin kıymetli.”
Bunu kabul etmek, kültürle çatışmak değil, kültürü dönüştürmektir. Anadolu kadını da erkeği de yüzyıllardır acıya dayanmak zorunda kaldı. Ama artık dayanıklı olmak demek, kendini yok saymak anlamına gelmemeli. Güç, yumuşaklıkla da mümkündür.
Bugünün dünyasında özşefkat, yalnızca bireysel bir terapi aracı değil; kuşaktan kuşağa aktarılan suskunluk zincirini kırmanın da bir yolu. Ataerkilliğin bıraktığı o sert iç sesi fark edip, ona şöyle diyebilmek:
“Ben de incindim. Ben de dinlenmeyi, sevilmeyi, anlaşılmayı hak ediyorum.”
Peki özşefkat dediğimiz bu yaklaşım neye benzer?
Belki de bunu anlamanın en güzel yolu, kültürümüzdeki bazı küçük ama derin davranışlara bakmaktır. Mesela misafirliğe gittiğimizde ev sahibinin sofraya koyduğu en güzel yemeği “Siz yiyin, ben tokum” diyerek kendinden esirgemesi. Ya da komşusunun çocuğu hastayken sabaha kadar başında beklemesi. Bu örnekler özveridir, evet. Ama iş kendimize geldiğinde aynı nezaketi, aynı yumuşaklığı neden gösteremiyoruz? Burada özşefkate dair araştırmalar yapan Kristin Neff’ten bahsi açmak istiyorum.
Kristin Neff, özşefkati üç temel bileşenle açıklar:
Kendine nezaket (self-kindness):
Kendinle anlayışlı, destekleyici, şefkatli bir şekilde konuşabilmek. Yani hata yaptığında ya da zorlandığında kendini acımasızca eleştirmek yerine, yumuşak bir sesle yaklaşabilmek.
Bizde bu çoğu zaman şöyle olur: “Ağlama, güçsüz görünme.”
Oysa özşefkat der ki: “Ağlıyorsan canın yanıyordur. Sar kendini.”
Ortak insanlık duygusu (common humanity):
Sadece senin zorlandığın, senin üzüldüğün gibi bir algı değil; aksine acının insan olmanın bir parçası olduğunu kabul etmek.
Bizim kültürde sıkça söylenen bir söz vardır: “Her evin bir derdi var.” Bu, aslında ortak insanlık halini gösterir. Ama çoğu zaman bu sözle birlikte duyguya da mesafe konur: “Sakın şımartma kendini.”
Halbuki özşefkat şunu fısıldar: “Evet, herkesin derdi var. Ama seninkine de yer var bu dünyada.”
Farkındalık (mindfulness):
O anda ne hissettiğini yargılamadan fark etmek. Ne bastırmak ne de büyütmek.
Mesela geçmişte ninelerimizin “Sakın sinirli iken konuşma” demesi... Bu, aslında bir tür duygusal farkındalıktı. Ama duygunun kendisine yer açmak değil, onu bastırmak amacıyla kullanılırdı.
Oysa farkındalık bize der ki: “Ne hissediyorsan, o anda onunla kal. Onu fark et. Bastırma. Ama kendini onunla tanımlama da.”
Kristin Neff’in bu yaklaşımı, aslında bize hiç de yabancı değil. Anadolu irfanı, tasavvuf geleneği ve halk kültürümüz bu değerleri içinde taşır ama biz onları genellikle başkalarına sunarız — kendimize değil.
Özşefkat pratiği yalnızca bizde değil, dünyada da uzun süredir tartışılan, araştırılan bir konu. İlginç olan şu: Her kültürün kendine özgü bir "acıyla baş etme", "hata yapınca yeniden toparlanma" biçimi var. Ama bazı kültürler bu sürece kendiliğinden daha fazla şefkat katıyor.
Örneğin Hindistan’da meditasyon ve içsel farkındalık günlük hayatın parçası. Yogik gelenekte "ahimsa" yani şiddetsizlik ilkesi sadece başkasına değil, kendine de zarar vermemeyi kapsıyor. Yani biri başarısız olduğunda, önce “Nasıl hissettiğini fark et” deniyor, hemen “Çözüm bul!” değil.
Bu yavaşlık, acele etmeden duygunun içinden geçme hâli, özşefkatin çok önemli bir parçası.
Avrupa ülkelerinde ise özellikle İskandinav toplumlarında duygulara yaklaşım daha kabullenici. Özellikle Danimarka ve İsveç’te yetişen çocuklar, hata yaptıklarında utandırılmak yerine o durumun bir öğrenme fırsatı olduğu fikriyle büyüyorlar. Bu da yetişkinlikte kendilerine daha az acımasız, daha sabırlı olmalarını sağlıyor.
Peki bizde nasıl?
Bizim kültürde duyguların değeri var — ama kontrollü bir değeri.
“Ağla ama kimseye gösterme.”
“Yeter ama, kendini de salma.”
“Herkesin derdi var, senin ağlamaya ne hakkın var?”
Bunlar duyduğumuz, hatta başkalarına söylediğimiz cümleler. Ama altında şu yatıyor:
"Duygunun yeri var ama gösterme."
Oysa duygu bastırıldığında değil, güvenli bir alanda tanındığında geçiyor.
Özşefkat ise burada devreye giriyor.
Sadece bireysel bir tutum değil, aynı zamanda kültürel olarak neye izin verdiğimizle de ilgili.
Mesela Japon kültüründe “gaman” diye bir kavram var. Zorluklara katlanmak, ses çıkarmadan sabretmek anlamına geliyor. Ama son yıllarda Japon psikolojisinde bu kavram yeniden ele alınıyor:
→ "Acıyı sadece bastırmak değil, ona içtenlikle eşlik etmek mümkün mü?"
Bu değişim her yerde yaşanıyor. Ve belki biz de kendi kültürümüzde aynı dönüşümü başlatabiliriz. Mevlânâ’yı, Yunus Emre’yi, Anadolu irfanını sadece başkaları için değil, kendimiz için hatırlayabiliriz. Yani "Merhamet et" dediğimizde, önce kendimizden başlamayı öğrenebiliriz. Kendine kızan değil, yanında duran bir iç sesle yürümek mümkün.
Peki, nereden başlayacağız? Bu kadar yıldır kendimizi eleştirerek, bastırarak, başkalarına öncelik vererek yaşadıktan sonra… nasıl olur da bir anda “şefkatli” olabiliriz kendimize?
Gerçek şu ki, bu hemen olan bir şey değil. Ama minik anlarda, küçük fark edişlerle başlıyor. Bazen bir sabah uyanıp hiçbir şey yapmak istemediğinde, bunu kendine suç gibi değil, sinyal gibi okumakla. Belki o gün sadece biraz yavaş hareket ederek, bedenini zorlamadan kahveni yudumlayarak. İçinden gelen “Haydi artık, verimli ol” sesine karşılık sessizce “Bugün böyle” diyebilerek. Ve evet, belki de sadece içinden geçeni yargılamadan hissetmekle: Üzgünüm. Yoruldum. Biraz kırgınım. Biraz dağınığım. Ama bu hisler geçecek. Geçmese bile, ben onların içinde yalnız değilim.
Kendinle konuşma şeklini değiştirmek zaman alıyor. Ama fark ettikçe dönüştürebiliyorsun. Eleştirel ses geldiğinde hemen savaşma, sadece fark et. “Şu an kendime yine çok sert davrandım” demek bile yeterli ilk zamanlarda. Çünkü bu cümle, eski otomatik pilotu durdurur. Bir boşluk yaratır. Ve o boşlukta başka bir şey büyümeye başlar.
Bazı günler kendine karşı nazik davranmak, dünyaya karşı en cesur adım olabilir. Çünkü bu seni yumuşatmaz; seni güçlendirir. Duygunu kabul edebilmen, kendine kucak açabilmen, dışarıya karşı daha sağlam durmanı sağlar. Yani kendine iyi davranmak sadece “kendin için” değil. Başkalarıyla kurduğun ilişki için de. Daha az kıran, daha az kırılan biri olmak için.
Bunu okuyan biri olarak belki sen de o iç sesi yavaşlatmak istiyorsun. Belki yıllardır yorgunsun ama hâlâ “ben biraz daha dayanırım” diyorsun. Ama bazen dayanmak değil, durmak iyileştirir. Ve bazen “devam edemiyorum” demek, en dürüst başlangıç olur.
Özşefkat budur işte. Devam edemediğinde bile kendine eşlik edebilmek. Kendini onarmak için mükemmel olmayı beklememek. Olduğun hâlini de sevmeye yavaş yavaş razı olmak.
Çünkü sen, kendine yumuşadıkça, dünya da biraz yumuşar.
Ve belki de bugün yapabileceğimiz en sade ama en devrimsel şey, kendimize dönüp şunu sormaktır:
“Şu anki hâlimle bile, kendime biraz daha nazik olabilir miyim?”
Çünkü bu soru, yalnızca duygusal bir yumuşama çağrısı değil; aynı zamanda varoluşsal bir yüzleşmedir. Kendi kırılganlığımızla kalabilmek, yaşamın belirsizliği karşısında paniklemeden, “Ben buradayım” diyebilmek... İşte bu, varoluşçu psikolojinin temelinde yatan o öz sorumluluğu da içinde taşır.
Victor Frankl'ın dediği gibi, insan her durumda bir tutum alma özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlük, kendimizi suçlamadan, bastırmadan, inkâr etmeden, o hâlimizi sahiplenmekten geçer. Özşefkat bu noktada yalnızca duygusal bir destek değil, aynı zamanda etik bir tutum hâline gelir: Kendinle dürüst olmayı seçmek. Acının, kaygının, belirsizliğin seni şekillendirmesine izin verirken, aynı zamanda kendine zarar vermeden varlığını sürdürebilmek.
Biz bu topraklarda dayanıklılığı çok iyi öğrendik. Ama şimdi belki de sıra, dayanıklılığın içine şefkati katmakta.
Yani bir şeyleri taşırken kendimizi ezmeden yürüyebilmekte.
Ve bu yürüyüşte, belki ilk adım sadece şunu fark etmek:
Yalnız değilim. Hata yaptım, üzüldüm, yavaşladım… ama ben hâlâ buradayım.
Ve bu da, insan olmanın kendisinden başka bir şey değil.
tekrar tekrar okunması gereken bir yazı, kendimize bol bol hatırlatmamız lazım sanırım hissettiğimiz şeyleri hissetmeye iznimiz olduğunu. ellerine sağlık 💗
yazın içime işledi 🥹