Ben Sokrates’i severim.
Eminim ki aynı dönemde yaşasaydık, o beni pek sevmezdi. Çünkü ben hayli geveze biriyimdir. Vaktiyle "soru sormak" diye bir şey icat edilmemiş olsaydı, onu kesin ben icat ederdim. Bağlamdan kopuk sorularım meşhurdur: Sen karpuzdan bahsederken ben kayısıyı merak ederim. Hal böyle olunca, Sokrates için pek ciddiye alınacak biri sayılmazdım herhalde.
Felsefe tarihinde insanı merkeze alan düşünce hattının bilinen ilk durağı olarak Sokrates’i anmak mümkündür. Adamcağız, hep insanı, insan oluşun ne anlama geldiğini merak etmiş. Hatta o zamanlar “insan” pek para kazandıran bir özne de değilken. Bugün ise her şey insanın etrafında dönüyor. Para, insan için olmazsa olmaz bir araç hâline gelmiş durumda. Üstelik artık yalnızca fizyolojik ya da psikolojik değil; metodolojik, sembolik her türlü “sorun” paraya dönüşebiliyor. Bu yüzden, insanı incelemek yalnızca meraktan kaynaklanan bir sorumluluk değil artık; aynı zamanda maddi bir zorunluluk.
Geçmişle bugün arasında insanın sorunları değişti elbette. Şekilden şekile girdi. Sokrates’in bir zamanlar insan için sorduğu sorular bugün pek sorulmaz oldu. Fakat içgüdüsel olarak inandığım bir şey var: soruların özü pek değişmedi. Hâlâ varoluşumuza dair derin bir merakla doluyuz. Sokrates’ten beri.
“Neden?”
Hayatım boyunca en çok sorduğum soru bu oldu. Hep bir şeylerin nedenini merak ettim. Kötü bir şey yaşadığımda, nedenini öğrenirsem bir daha yaşamam sandım. İyi bir şey yaşadığımda ise, nedenini bilirsem onu yeniden yaşayabilirim diye düşündüm.
Hiçbir zaman neden-sonuç ilişkisi bana doğrudan mutluluk ya da öfke getirmedi. Ama ardımda hep bir sürü cevapsız sonuç kaldı.
Dünya’da yaşamak, çoğu zaman bir sürünün içinde yürümek gibi geldi bana. Hepimiz, ahırımıza dönene kadar o sürünün içindeyiz sanki. Ama sürünün içindeyken insan sorduğu sorulara gerçekten cevap bulabilir mi?
Çoğunluk nereye giderse, sen de oraya gidersin. Bu hareketin bir nedeni yoktur; çünkü çoban öyle istemiştir. Ama çobanın öyle istemesi, benim de öyle istemem anlamına mı gelir? Üstelik tek bir çoban da yoktur. Her gün başka bir rota belirir önümüzde ve bizden bu yeni yöne uyum sağlamamız beklenir. Neden?
Sürüden ayrılırsam beni kurtlar kapar diye mi?
Peki ya beni kurtların kapması gerekiyorsa?
Kierkegaard’ın da dediği gibi, birey gerçekten kendini gerçekleştirmek istiyorsa sürüden ayrılmak zorundadır. Sürünün yürüyüşüne ortak olmamalıdır. Yani, kurtlarla mücadele etmelidir!
Ben, bir sürünün içinde olduğumu fark edene kadar ahırın yolunu bulamadım. Fark ettikten sonra ise kendimi kurtlarla tanışırken buldum. Başlarda kendimi bir kurt sürüsünün içindeymişim gibi sandım. Çünkü alışık olduğum tek şey buydu: birey değildim, bir topluluğun parçasıydım. Ama zamanla anladım ki, kurtların arasında olmak sürüde olmaya hiç benzemiyordu. Yaşamak için mücadele etmem gerekiyordu. Bana yönümü ya da yolumu gösterecek bir çobana rastlamamıştım. Ama onu çok aramıştım.
Önceleri kayboldum.
Bir gün uçurumun kenarındaydım, ertesi gün tatlı su kıyısında gezinirken buluyordum kendimi. Bir gün savaştığım kurdu, ertesi gün ortalarda göremiyordum; her gün hayatıma yeni bir kurt daha ekleniyordu.
Özledim.
Sürüyü…
O güvenli, bana ne yapmam gerektiğini açıkça söyleyen yeri.
Ama artık geri dönemezdim. Dönmenin yolunu bilmiyordum. Bilseydim de... içimde bir yer, burada kalırsam ben olabileceğime inanıyordu. En sonunda, bana ait olan o ahırı —kendi yerimi— bulabileceğime gönülden inanıyordum.
Demek ki artık, Sokrates’in beni gerçekten sevebileceği anlara gelmiştim.
Kurtlarla çarpışmayı göze aldığımda kendimi seçtiğimi fark etmiştim. Artık sürü ile değil, yalnızca kendimleydim. Bir söz okumuştum: ‘‘Kendini seçen varoluşçu insan aynı zamanda kendi yazgısını da seçmiş olmaktadır.’’ Doğruydu bu. Didem Madak’ın dediği gibiydi gerçekten de: Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,tırnaklarıyla düzeltemiyordu insan. Bu, özgürlüğün hem bir ödül hem de bir ceza olduğunu fark etmemi sağladı. Çünkü özgürlük, aynı zamanda sorumluluktu. Sürüden ayrılıp, kurtlarla tanışmayı göze almak—bir yönüyle tam da buydu: Kendi hayatının sorumluluğunu eline almak. Artık biri bana "şuraya git" demeyecekti. Gitmek ya da kalmak benim seçimim olacaktı. Ve her seçim, başka bir yolu elinin tersiyle itmek demek değildi. Seçtiğim yol bana kim olduğumu değil, kim olmayı göze aldığımı gösterdi.
Varoluşçu felsefenin temel iddiası da budur zaten: İnsan bir özle doğmaz; o öz, zaman içinde kendi eylemleriyle şekillenir. Sartre’ın dediği gibi, “varlık özü önce gelir.” Yani ben neysem, ona dönüşmeden önce binlerce defa seçmişimdir o hâli. Belki korkarak, belki zorlanarak; ama bilinçli ya da bilinçsiz her adımım, beni şimdi olduğum kişiye getirdi. Bu yüzden, insan her ne ise o değildir; her ne olmuşsa odur. Çünkü yaşam, kim olduğumuzu sandığımız şey değil; neyi seçtiğimiz ve o seçimlerin ardından neyi göze aldığımızdır.
Ben de bir gün kendimi, kendi seçtiğim soruların, kendi açtığım yolların ortasında buldum. Ne bir çoban vardı önümde, ne de beni koruyan bir sürü. Ama bu yalnızlık, artık bana korku değil, anlam veriyordu. Artık biliyordum: Sürüdeyken hayat bana ait değildi. Ama şimdi, yazgımı ben kuruyordum.
Yani, “insan kendi hayatından başka bir şey değildir.” Ve eğer bugün “ben” diye işaret ettiğim kişi biraz daha cesursa, biraz daha sorgulayıcıysa, biraz daha kendi başına ayakta durabiliyorsa—bu, ancak o uçurum kenarlarında geçirdiğim gecelerin, o kurtsuz sabahların ve o yalnız yürüyüşlerin sonucudur.
Şimdi geriye bakınca şunu fark ediyorum: Sokrates belki beni başta sevmezdi, evet. Ama şimdi tanısaydı… Belki birlikte yürür, birlikte susar, birlikte sorardık:
“Neden?’’
Özgürlük üzerine vurgu yaptığınız kısımda darmadağın oldum… Özgürlüğün getirdiği yükler ile sınananları saygıyla alınlarından öpüyorum.. 🖤
Çok ufuk açıcı bir yazı olmuş, elinize sağlık🤍 tam ihtiyacım olduğu sırada karşıma çıkması da tevafuk☺️farklı yaşam ve olaylar,aynı hisler…